Hawking’in “evrenin var olabilmek için bir tanrıya ihtiyacı yok” sözüne karşı dururken yapılan en pragmatik davranış; bir “tetikleme mekanizması” olması gerektiğini öne sürmek, bunun sonucunda “nasıl” yerine “neden” sorgusuna dönmeye çalışmak oluyor. Bilimi diğer düşünce tarzlarından farklı kılan olgu, olaylara “neden oluyor?” şeklinde değil, “nasıl oluyor?” sorusu eşliğinde bakmasıdır.

“Nasıl oluyor” sorusu evrenin işleyiş mekanizmalarını keşfetmeye başlamamızın altında yatan en büyük zihinsel dönüşümlerden biridir. Böylelikle yağmurun yağmasının nedenlerini tartışmak yerine, meteoroloji bilimini oluşturup nasıl olup da yağdığını bulmamız mümkün oldu. Bu arada tetikleme mekanizması derken elbette Tanrı’yı kastediyoruz ki, inançlı okurlarımız bunu yanlış anlamasınlar.

Bilim artık bize; evrenin bir noktadan aniden genişleyerek oluştuğunu, ilk patlamanın sonrasında evrenin fizik yasaları etrafında bugünkü şeklini doğal bir evrim süreciyle aldığını ikna edici biçimde kanıtlarıyla ortaya koyuyor.

Bu bilgi ışığında inançlı insanlar diyebiliyor ki; “A galaksisi Tanrı’nın ‘ol’ deyişiyle birdenbire oluşmamış, Tanrı’nın ‘ol’ demesiyle gerçekleşen Büyük Patlama sonrasında saçılan hidrojen ve helyum atomlarının kütle çekim yoluyla birleşmesi sonucu ortaya çıkan cüce galaksilerin bir araya gelmesiyle milyarlarca yılda oluşmuştur.”

The_Creation_of_Adam

O halde inanç gözüyle bakarsak bilim, evrenin var oluş anını, yani tanrının “ol” dediği anı bize göstermeyi başarıyor. Böylelikle, binlerce yıldır yaratılış efsanelerinde türlü şekillerle anlatılmış olan “genesis” (yaratılış) anının nasıl ve ne zaman gerçekleştiğini bilebiliyoruz. Bu bilgiye din adamları sayesinde değil, bilim insanları sayesinde eriştik. Elbette ki bu bilim insanlarının yüklü bir kısmı bir dini inanca sahip değil. O nedenle korkmadan “peki ya ilk patlama anından öncesi nasıldı?” sorusunu sorabiliyorlar.

Hawking’in açıklamaları sonrasında yanılgıya düşüp Tanrı’nın müdahalesi olmaksızın bu evrenin var olamayacağını dile getirenlerin düştüğü yanılgı aslında şu: Hawking, şu an gördüğümüz evrenin ilk patlama ve sonrasında var olabilmesi için bir tanrısal müdahaleye ihtiyaç duymadığını söylüyor. Evet, genleşmeye başlayan tekilliğin “şimdilik” nereden ve nasıl geldiğini göz ardı edersek Hawking haklıdır. Ki zaten, Hawking tekilliğin kökeni ile ilgili değil, o anın sonrasında olanlar ve olabilecekler hakkında konuşurken bu yorumu dile getiriyor. Çünkü gerçekten de, öyle ya da böyle bir ilksel atom (tekillik) varsa ve bu tekillik doğası gereği kararsız olmak zorundaysa evren için bir yaratıcı gerekmez.

Tüm bunlar anlatılırken, ortaya “tekilliğin mimarı kimdi peki” şeklinde bir “felsefi” yaklaşımla çıkmak doğru bir hareket değil. Çünkü bu yapıldığında tartışılan konunun dışına çıkılıyor. Bu konunun “kim koydu onu oraya” çerçevesinde konuşulabilmesi için bilim insanlarının büyük patlama öncesi hakkında yapacağı çalışmaları tamamlamasını ve bu konudaki savlarını ortaya sürmelerini beklemek gerekli.

Eğer bir bilim insanı; “evrenin oluştuğu ilksel atom (veya tekillik düzeyindeki madde yumağı) şuradan gelmiştir ve sonsuz sınırsız uzayda bu madde yumaklarından daha bir sürü vardır, bizim içinde yaşadığımız evren sonsuz süredir devam eden bu madde yumağı genişlemelerinin sonuçlarından biridir. Kimi yumaklar ilk patlamanın ardından genişlemeye devam ederken, kimi yumaklar büzüşüp tekrar tekilli haline dönerler ve bir daha genişlerler” derse, konuya bunların kaynağı nedir peki sorusuyla yaklaşmak mümkün olabilir.

Fakat şu anda konuyu; “ilk madde nereden geldi ve neden oradaydı” sorusuna indirgemek en başta Hawking’e ve onun evreni anlayabilmek için gösterdiği çaba ve çalışmaya saygısızlık olur.

Zafer Emecan